"Enter"a basıp içeriğe geçin

Türkçülüğün Doğuşu – Osmanlıda Türkçülük Akımı

Türkçülüğün Doğuşu

Osmanlı vatandaşlığı inşasının oturmaması, ümmetçi çağrıların cevapsız kalması Osmanlı Devlet adamlarını umutsuzluğa sürüklese de Osmanlı aydınlarının üzerine eğildikleri başka bir akım daha vardı ki; oda Türkçülüktür.

Türkçülük Abdülhamit II. Devrinde, bir fikir hareketi olarak gelişmiştir. Osmanlılık veya İslâmcılık gibi bir idare ve siyaset sistemi haline getirilmesi düşünülmemiştir. Bu sebeple Türkçülük hareketi bir siyasi partinin veya muayyen bir grubun malı değildir, sayısı az aydınların üzerinde kafa yordukları bir problemdir. Bu aydınlar içinde herhangi bir siyaset mesleğine girmemiş olan, tarafsızlar bulunduğu gibi, İslâmcı ve Osmanlılık taraftarları da vardır.

Sultan Abdülhamit
Sultan Abdülhamit

Osmanlı son döneminde devletin diğer unsurları arasında milliyetçiliğin hızla yayılmasına rağmen Türkler tarafından bu kadar geç özümsenmesinin elbette ki belirli sebepleri vardır. Yaşanan bu gecikmeyi açıklayacak en önemli sebep, Türklerin kendilerini Osmanlı Devleti’nin kurucu ve koruyucu unsuru olarak görmesi ve diğer unsurlara nazaran devleti bir ve diri olarak koruma içgüdüsüdür.

Türkler millî kimliklerini muhafaza etmekle birlikte Osmanlıcılık ve İslamcılık akımlarını desteklemişler ve bu akımlar ile Osmanlı Devleti’ni ayakta tutabileceklerini düşünmüşlerdir. Fakat şartların sürekli değişmesi ve diğer unsurların milliyetçi faaliyetleri neticesinde Türkler de millî kimliklerine sarılacaklardır.

Türkler arasında esen milliyetçi hava, aydınları bu konu üzerine araştırmalar yapmaya teşvik etmiştir. Tanzimat döneminin sonuna gelindiğinde Batı kaynaklarının da tesiriyle Türkler’in etkin kökeni, dilleri ve diğer ırklarla ilişkileri üzerine tartışmalar başlamıştı. Yurt içinde Tercümân-ı Ahvâl ve Basîret gazetelerinde, yurtdışında Yeni Osmanlı yayınlarında mesela Hürriyet ve Ulûm dergilerinde kültürel Türklüğe gösterilen ilgi olarak yorumlanabilecek atıflar yapıldı. Bu dönemde Orhun yazıtlarının Vilhelm Thomsen tarafından 1893 yılında okunması gibi gelişmeler Türklük araştırmalarına hız kazandırdı, bu da Osmanlı entelektüelleri üzerinde derin etkiler meydana getirdi. Bu devirdeki Türkçülük hareketinin ilginç bir özelliği de Rus Müslümanlarının tesiridir. Bu alanda bilhassa Gaspıralı İsmail Bey’in çabalarına ve 1883’ten itibaren Bahçesaray’da Kırım Türkçesiyle yayımlanarak Osmanlı entelektüelleri tarafından okunan Tercüman Gazetesinin oynadığı role değinmek gerekir.

Gaspıralı İsmail Bey
Gaspıralı İsmail Bey

Gaspıralı, özellikle Türklük ve Türkçülük sahasında önemli çalışmaları olan bir fikir adamıdır. Onun yaptığı çalışmalar yalnızca Kırım Tatarları arasında değil diğer Türk coğrafyalarında da önemli karşılıklar bulmuştur.

Dönemin Osmanlı aydınları arasında da beğeniyle takip edilen Gaspıralı sık sık İstanbul’a gelerek çalışmalarını paylaşmıştır. Çıkardığı Tercüman gazetesi çıktığı döneme göre oldukça sade bir Türkçe ile yazılıyor olup, gazetenin tüm Türk coğrafyalarında okunması gaye edilmişti.

Yaptığı işi “Dilde, fikirde, işte birlik” olarak sloganlaştıran Gaspıralı dönemin Türkçü hareketlerine büyük bir ivme kazandırmıştır. Yine aynı dönemlerde kültürel ve akademik sahada Türkçülük çalışmalarını Osmanlı topraklarında da görmekteyiz.

Bu yolda Mehmet Atıf, Kaşgar Tarihi adlı eserinin ön sözünde Orta Asyalıları “din ve milliyet bakımından kardeşleri” olarak nitelemiş; Ahmet Mithat Efendi 1887’de yayınladığı Mufassal Tarih-i Kurun-u Cedide adlı eserinde, Osmanlıların Türk soyundan geldiğini açık ve kuvvetli bir şekilde ortaya koymuştur. Ona göre, Türkler tarihte büyük öneme sahip bir milletti. Daha sonra Jön Türklerin liderlerinden Mizancı Murat, Tarih-i Umûmî adlı eserinde Türker’in İslamiyet’ in doğuşundan önceki tarihlerine dikkat çeker. Ayrıca çıkardığı Mizan Gazetesinde Osmanlılık ve İslâm’ın yanı başında Türklüğe değer verme çabası içinde olduğu gibi, millî kültürün de korunmasından yanadır.

Bu dönemde Türk tarihi ile ilgili çalışmalar yapılarak Türklerin kültürel özellikleri, millî kimlikleri daha fazla ortaya çıkartılmıştır. 19. Yüzyılın sonlarına kadar olan tarihçilik Osmanlı devleti endeksli olup Türklerin daha eski dönemleri hakkında bilgilere ulaşmak oldukça zordu. Batıda başlayan Türkoloji çalışmalarının da etkisiyle Osmanlı entelektüelleri Osmanlı öncesi Türk tarihinin de peşine düşmüşler ve elde edilen bulgular ışığında eserler neşrederek, Anadolu öncesindeki Türklerin tarihini de aydınlatmaya çalışmışlardır.

Tarih alanında yapılan çalışmalara paralel olarak Türk dili konusunda da ciddi çalışmalar yine bu dönemde karşımıza çıkmaktadır. Şemsettin Sami bahsettiğimiz dil hususunda önemli çalışmalara imza atmıştır. Osmanlı dili terimine karşı çıkan Sami, Osmanlı’nın yalnızca bir devlet adı olduğunu söyleyerek milletin dilinin Türkçe olduğuna işaret etmiştir.

Osmanlı’da konuşulan Türkçenin yanında diğer Türk lehçelerini de inceleyen Şemsettin Sami, lehçeler arasındaki yakınlığı vurgulamış ve yapılacak bir dil reformu ile dağınık Türklerin yeniden aynı dili konuşacağını belirtmiştir. Sultan Abdülaziz’in son devirleri ile Sultan Abdülhamid’in ilk devirlerinden İstanbul büyük bir fikir hareketine sahne olmuştu. Burada hem bir Encümen-i Dâniş teşekküle başlamış hem de bir Dârülfünûn vücûda gelmişti. Bundan başka, askerî mektepler de yeni bir ruhla yükselmeye başlamıştı. O zaman bu Dârülfünûn’da Hikmet-i Tarih müderrisi bulunan Ahmet Vefik Paşa, Şecere-i Türkî’yi Doğu Türkçesinden İstanbul Türkçesine tercüme etti. Bundan başka, Lehçe-i Osmanî isminde bir Türk sözlüğü vücûda getirerek, Türkiye’deki Türkçenin genel ve büyük Türkçenin bir lehçesi olduğunu ve bundan başka Türk lehçeleri bulunduğunu aralarında mukayese yaparak ortaya koydu.

Dârülfünun’un bir müderrisi, Türkçülüğün bu ilk esaslarını kurarken, askerî mekteplerin nazırlığında bulunan Şıpka kahramanı Süleyman Paşa da Türkçülüğü askerî mekteplere sokmaya çalışıyordu.

Dilde ve tarih yazıcılığında Türkçülüğün bu gelişmesine paralel olarak siyaset ve edebiyatta da böyle bir gelişmenin başladığı Abdülhamit II. Devrinde görülmektedir. Bu hareket Türklük aleyhine, yabancı basında görülen neşriyatın bir tepkisi olarak meydana gelmiştir. Bu tepkiyi şekillendiren yazarlar Genç Osmanlılar arasından çıkmıştır. Bunlar siyasi meslek ve kanaatleri ne olursa olsun ve hangi cemiyet ve gruba mensup bulunurlarsa bulunsunlar Türklüğe yapılan iftira ve isnatları reddetmeye çalışmışlardır.

Buradan da anlaşıldığı gibi Türk aydınlar ülke içinde hem milliyetçi bir akım inşa etmeye çalışmışlar hem de dışarıdan Türklüğe karşı yapılan saldırılara göğüs germeye gayret göstermişlerdir. Yusuf Akçura Türk Yılı 1928 adlı eserinde o yılların siyasi ve sosyal havasını şu şekilde anlatmaktadır:

“İlk Meşrutiyeti ilan ettiren Genç Osmanlılar, XX’nci asrın ibtidâlarında tekrar sahneye çıktılar. 1908’de İkinci Osmanlı Meşrutiyeti ilan olundu. Lakin 30 yıllık bir tefahhus, tetebbu ve tefekkür zamanı kazanmış olan Genç Osmanlılar, ne eskiyi unutmuş ne de yeni bir şey öğrenmiş bulunuyorlardı. Belçika usûlü Meşrutiyet, ittihad-ı anâsır, Osmanlı milliyeti, merkeziyet… ilh. gibi esaslara saplanıp kalmışlardı. Otuz yıl evvelki tecrübe tekrar olundu. Aynı esbâb aynı netâyici verdi. Saltanat-ı Osmaniye’nin taksim ve takassüm vetiresi, sür’atlenerek devam etti. Birkaç sene içinde Avrupa ve Afrika’daki Osmanlı vilayetleri imparatorluktan kolay koparıldı. Osmanlı Saltanatı, bir zamanların Bizans İmparatorluğu gibi Asya’ya atılmıştı. Henüz Osmanlılık camiasında kalan anâsır-ı muhtelife ise sâye-i feyz-i Meşrutiyet’te birleşip kardeşleşmek şöyle dursun, hürriyet-i şahsiye ve fikriyeden, hürriyet-i cemiyet ve içtimadan büsbütün ayrılmak ve birbirleriyle mücadele ve münazaa edebilmek için istifadede asla kusur etmiyorlardı. İmparatorluk ihtizarının son saatleri yakınlaşmış gibi görünüyordu. Rumeli vilayetleri imparatorluktan ayrıldığı, Arnavut ve Araplar gibi Müslüman gayr-ı Türkler bile istiklâl kazandığı veya istiklâl yolunda kıyımlar yaptığı sıralarda nihayet hükûmet başında bulunan Genç Osmanlılar da şe’niyeti görür gibi oldular. Fakat birden bire doğru yolu seçemediler. Abdülhamid’in tecrübe edip de muvaffak olamadığı İslam siyasetine başvurdular. Bu siyaset sayesinde bilhassa Arapları imparatorluk içinde muhafaza edebileceklerini ümit ediyorlardı. Bundan da bir semere hasıl olamadığını görünce vâkıaların icbârıyla Türk millî siyasetine yapıştılar. İbtidâ bu koca devleti tesis eden Türk kuvvetiyle işbu nihaî vaziyette dahi imparatorluğun bakayasını belki kurtarabiliriz. Hiç olmazsa Türkleri Osmanlı Saltanatının inhilâlinden sonra müstakil yaşayabilmeye hazırlarız diye düşünülüyordu. Devleti idare edenler bu doğru yola girmekte hayli gecikmişlerdi. Vâkıaların kat’î icbârından evvel seyr-i tarihinin mantıkî ilcââtı nazar-ı itibara alınarak daha sâlim bir siyaset takibi mümkündü. Bâhusus bu yolda düşünen, tavsiyelerde bulunan kimseler de zûhur etmemiş değildi. Hatta Türk Yurdu ve Türk Ocağı gibi bazı müesseseler bile vücuda gelmiş bulunuyordu. Lâkin yüksek mevkilere geçenler, sırf o mevkiin hassasiyeti ile kendilerini cidden bir recül-i devlet tahayyül etmeye pek mütemâyil bulunduklarından tarih ve nazariyât-ı siyasiyenin icabâtını teemmüle asla tenezzül etmeyen amelî birer üstad-ı siyaset kesiliveriyorlardı…”

Dönemin canlı tanığı olan Yusuf Akçura’nın vermiş olduğu bilgiler o zamanların düşüncesi ve atılımları hakkında önemli açıklamalardır. Genç Osmanlıların bir takım fikirlerini eleştiren Akçura yine aynı zamanda Türkçülük fikrinin de yükselişe geçtiğini aktarmaktadır. II. Meşrutiyet’in ilanının yarattığı özgürlük havası gayr-ı Türk unsurların fazlasıyla işine yaramış ve onlar bu süreçte alan hakimiyetlerini kuvvetlendirmiş ve çeşitli kazanımlar sağlamışlardır.

Turan Fikrinin Doğuşu ve Türkçülük

Osmanlılık ve İslamcılık hamleleri boşa çıkan Türk aydınları bu hürriyet atmosferinde kendi millî meselelerine daha ciddi bir yöneliş göstererek akademik ve kültürel sahadaki Türkçülüğü siyasi sahaya da kaydırmaya başladılar. Türkçülük siyasi şekil alınca, dış Türklerle birleşme ideali olarak “İttihad-ı İslam“ın karşısında ortaya çıktı. Önce içinde bir ırkın yaşadığı sınırları belirsiz yurdun adı olarak ortaya çıkan Turan kelimesi, sonradan Türk kavimleri birliğinin en son hedefi gibi siyasi bir anlam almaya başladı.

Hüseyinzade Ali (TURAN)
Hüseyinzade Ali (TURAN)

İlk defa Türkiye’de Hüseyinzade Ali tarafından ifade edildi. Bu fikir adamı “Turan”ı kendisine soyadı aldı. Türkçülüğü en geniş ve hayali şekliyle Turan olarak anlıyordu. Böylece Turan onda bir gerçek değil sırf entelektüel bir ideal olarak kalıyor ve asıl gerçek olan Türkiye ile karşıtlık oluşturmuyordu.

Bir Azerbaycan Türkü olan Hüseyinzade Ali’nin Turan terimini Osmanlı camiasına kazandırdığı dönemde adı konmasa da Türk coğrafyaları ile iletişimi geliştirme gayretini görmekteyiz. Bunda milliyetçi düşüncenin yanı sıra Avrupa’da akademik sahada yürütülen Türkoloji çalışmalarının etkisi büyüktür. Türk olmayan ilim adamlarının Türklük üzerine yaptığı çalışmalar kısa sürede Türk entelektüellerin de ilgisini çekmiş ve bu çalışmalardan faydalanmak suretiyle yeni çalışmalar ortaya koyulmaya çalışılmıştır.

Ağaoğlu Ahmet
Ağaoğlu Ahmet

Bu dönemde Azerbaycan’dan Osmanlı Devletine gelmiş bir diğer entelektüel ise Ağaoğlu Ahmet’tir. Ağaoğlu Ahmet , Darülfünun’da Türk-Moğol Tarihi ve Rusça dersleri vermiş, Türk Yurdu Cemiyeti, Türk Yurdu Dergisi, Türk Bilgi Derneği ve Türk Ocaklarının kurucularındandır. Hatta Türk Ocakları ilk kuruluş toplantısını onun evinde yapmıştır.

Osmanlı’daki faaliyetlerinin yanı sıra Azerbaycan’ın kuruluşunda görev almak için tekrar Kafkasya’ya gitmiş ve kısa zamanda orada kurulan parlamentonun önde gelen üyelerinden biri olmuştur. Meclis-i Mebusan üyeliği de resmen devam ettiğinden aynı anda iki ayrı Türk devletinin parlamentolarında görevli olan ilk ve tek Türk sayılıyordu.

II. Meşrutiyet devrinde Tanzimat’tan itibaren gittikçe artan iktisadî faaliyetler ve sosyal yapı değişmeleri hızını bir kat daha arttırmıştır. Maddî ve manevi alanlarda meydana gelen bu değişmeler esas konumuzu teşkil eden Türkçülüğü yakından etkileyerek ona yeni bir hız ve yön vermiştir. Nitekim daha önce kültürel temelleri atılan Türkçülük iç ve dış gelişmelere bağlı olarak, siyasî çehre kazanarak II. Meşrutiyet döneminin en önemli fikir akımı haline gelecektir. 12

II. Meşrutiyet dönemi fikir akımları ve siyasi atılımlar bakımından zengin bir çeşitliliğe sahiptir. Bu dönemi Tarık Zafer Tunaya: “II. Meşrutiyet’in fikir cereyanlarını, Türki ye Cumhuriyeti’nin kuruluşu için yapılmış olan laboratuar tecrübeleri olarak görmek gerekir” diyerek tanımlamıştır.

Kaynak: Osmanlı Devletinde Türkçülük Akımının Tarihi Süreci – Can Güleçoğlu

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir