"Enter"a basıp içeriğe geçin

Osmanlı’nın Çöküşünü Hazırlayan Nedenler ve Çöküşten Kurtulma Çalışmaları

1299 yılında Bilecik’te Söğüt dolaylarında kurulan Osmanlı Devleti, Anadolu Birliğini sağladıktan sonra imparatorluk olarak büyümeye başlamış, Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi’nin ardından Osmanlı padişahları aynı zamanda “halife” ünvanını da taşımaya başlamıştır.

Osmanlı Devleti’nin güçlü olduğu zamanlarda Osmanlı padişahları arasında pek rağbet görmemiş olan bu ünvan, devletin zayıflamaya başlamasının ardından sığınılacak bir unvan haline dönüşmüştür.

Osmanlı Devletinde Gerileme Dönemi

Osmanlı’da gerilemenin Kanuni Sultan Süleyman’la başladığını söylemek mümkündür.

I. Süleyman’ın 46 yıl iktidarda kaldığı bu dönem her ne kadar sonu zaferlerle neticelenen seferler dönemi olsa da, bu seferler hazinenin kayıplarını karşılayacak ganimet geliri getiren seferler olamamıştır.

Zigetvar Seferi sırasında Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümü (6 Eylül 1566) ve sonrasında devletin yönetiminde 14 yıl 3 ay 17 günlük sadaretiyle büyük pay sahibi Sokullu Mehmet Paşa’nın kaybı (1579) gerilemeyi hızlandırmıştır.

Deneyimsiz kişilerin tahta geçmesi sonucu merkezi yönetim bozulmuş, devlet yönetiminde otoritenin sarsılması, halkın devlete olan güveninin azalmasına ve iç isyânların çıkmasına neden olmuştur. Yeniçeriler padişaha karşı gelerek, beğenmedikleri padişahları tahttan indirerek, beğendikleri veliaht şehzadeleri tahta geçirmiştir.

İstemezükçü” yeniçeri tavrı adeta devletin yönetim şeklini belirlemiştir. Yeniçeriler’de “ocak, devlet içindir” anlayışı yerine “devlet, ocak içindir” anlayışı gelişmiştir.

Osmanlı’nın gerilemesi iki ayrı başlık halinde ele alınabilir: Birincisi batıdaki yani Avrupa’daki sınırlarının doğuya doğru gerilemesi, diğeri ise sosyal, ekonomik ve siyasal gerilemedir. Osmanlı Devletinin sosyal, ekonomik ve siyasal açılardan gerilemesi toprak kayıplarının gölgesinde kaldığı için sorunun bu boyutu çok geç fark edilmiştir.

Osmanlı Devleti gerilemeyi ve toprak bakımından daralmayı önlemenin yolunun, askeri alanda güçlü olmaktan geçtiğini düşünmüş ve bu nedenle 17. yy.’ın başlarından itibaren yapılmaya başlanan ıslahat çalışmaları hep askerî alanda olmuştur.

Osmanlı Devletinde Çöküş Dönemi

Avusturya ve İran seferleri sonucu oluşan ekonomik sorunlar, tımar sisteminin bozulması, nüfus artışının yarattığı sosyal hayattaki sıkıntılar ve çağın gerisinde kalınması ile eğitim alanındaki bozulmalar sonucu devlet sistemi iyiden iyiye çöküş dönemine girmiştir.

Coğrafî keşifler sonucu ticaret yollarının önem kaybetmesi, sık padişah değişmeleri sonucu çokça verilmeye başlanan cülûs bahşişleri ve yeniçerilerin kayıt dışı artışıyla verilen ulûfe miktarının da artması Osmanlı ekonomisini yıpratmıştır. Osmanlı Devleti bu dönemlerde para yokluğunu gidermek için “züyûf akçe” ya da “kırpık akçe” adı verilen değeri düşük paralar basmaya başlamıştır.

Celâli ayaklanmaları sonucunda Osmanlı toprak düzeni büyük ölçüde değişim göstermiş, vergilerin ağırlığı yüzünden vergi ödeyemeyen köylünün ve “Büyük Kaçgun” sırasında yerlerinden olan çiftçilerin toprakları mültezimlerin ya da yerel yöneticilerin eline geçmiştir.

Vergilerin ağırlığı yüzünden devlete olan borçlarını ödeyebilmek için tefecilerden borç almak zorunda kalan köylüler daha ağır bir borcun altına girmiştir. Bu durumdaki köylüler, işledikleri toprakları sonunda tefecilere kaptırmışlar, Osmanlı toprak düzeninin belkemiği olan tımar sistemi bozulmuştur. Büyük nüfus hareketleri ortaya çıkmış ve kentlere büyük göçler başlamıştır.

Tarımsal üretim gerilemiştir. Anadolu’da kıtlık tarım ürünleri fiyatlarının yükselmesine yol açmış, Rumeli’den Anadolu’ya tarım ürünleri nakli yapılmaya çalışıldıysa da ordunun tahıl ihtiyacının karşılanmasında sorunlarla karşılaşılmaya başlanması nedeniyle bu sevkiyat da durdurulmak zorunda kalınmıştır. On binlerce insan hayatını kaybederken, pek çok yerleşim yeri de yıkıma uğramıştır. Halkın karşı karşıya kaldığı sorunlar nedeniyle devletten yardım istemesi de sonuç vermeyince, Anadolu’nun belirli bölgelerinde devlete karşı yeni ayaklanmalar patlak vermiştir.

Bütün bu olaylar olup biterken, Osmanlı Devleti Avrupa’daki gelişmeleri (Reform, Rönesans) takip edememek bir yana; eğitim sisteminin (ilmiyenin) bozulmasının önüne dahi geçememiştir. “Beşik Ulemalığı” denilen sistemin ortaya çıkmasıyla Osmanlı’da eğitim de tam anlamıyla gerilemiş hatta çökmüştür.

Osmanlı Devleti’nin çöküş sürecinden bahsederken din unsuru üzerinde, hem iç hem de dış zihniyetleri göz önüne alarak durmamız gerekir. Dış zihniyetten kastedilen, Ortaçağ’dan beri, Avrupa’da milletlerarası münasebetler demenin, sadece Hıristiyan devletler arasındaki münasebetler demek olduğudur.

Osmanlı Devleti’nin ortaya çıkışı ve Avrupa’da fethettiği topraklardaki birçok Hıristiyan halkı egemenliği altına alması, hristiyan olanların bir “müslüman devlet”in egemenliği altına girmesi sonucunu beraberinde getirmiştir. Hıristiyan Avrupa, -Haçlı Seferleri’nin nedenlerini de göz önüne alırsak- doğal olarak bu durumu yüzyıllarca hazmedemedi.

Osmanlı Devleti’nin dinsel hoşgörüsünü, birlikte yaşama alışkanlığını olgunluk ve hoşgörü anlayışıyla karşılayamadı. Bu sebeple, bir yandan Osmanlı İmparatorluğu’nu Avrupa’dan kovmanın hırsına (bkz. s. 43, Şark Meselesi ) kapılırken, öte yandan da Hıristiyanlığı İslam’ın sultasından(!) kurtarmayı, 20. yy’ın ilk çeyreğine kadar kendisine kutsal bir görev edindi.

Bütün bunların üstüne, Osmanlı imparatorluğu çağdaş gelişmeleri, ne kültür, ne ekonomik ve ne de teknik alanda, yeteri kadar takip edebilmiş değildir. 15. yy.’da Batı’da yavaş yavaş başlayan, daha sonra çeşitli ekonomik ve kültürel olayların etkisi ile hızını arttıran bilimsel, teknolojik ve ekonomik ilerleme, Osmanlı toplumuna çok yabancı gelmiştir.

Yüzlerce yıl Batı’dan üstün olduğu, “Avrupa’dan alınacak bir şey yoktur, ancak verilebilecek bir şeyler vardır” inancı ve anlayışı ile yaşayan Osmanlılar özellikle bilimsel gelişmenin dışında kalmış hatta biraz ileride açıklayacağımız nedenlerle kendi kabuğuna çekilmiş Batı’da olup bitenlerle ilgilenmek gereğini duymamışlardır. Bu hal Osmanlı İmparatorluğu’nu içten zayıflatan bir husus olmuştur.

Avrupa devletleri arasındaki yakın münasebetler sonucu ve özellikle Hıristiyan dinine dayanan bir kültür birliği dolayısıyla, herhangi bir teknik buluş, herhangi bir alandaki gelişme, bütün diğerlerine yayılırken, bu yenilikler ve gelişmeler Osmanlı Devleti’ne yeterli ölçüde yansımamıştır. Söz konusu bu yeni gelişmelerin Osmanlı İmparatorluğu’nda da kabulü için yapılan teşebbüsler ise özellikle bağnaz din adamlarının tepkileriyle karşılanmıştır. Zaten Osmanlı’nın çöküş sürecinde her alanda hâkim olan zihniyet de bu “bağnaz zihniyet”tir.

“Osmanlı Devleti teokratik bir devlet midir?” gibi bir soruya birçok kesim farklı cevaplar verebilir. Çünkü burada da devreye yine akla “Hangi Osmanlı?” sorusu gelmektedir. Bu soruya cevap verirken Kuruluş, Yükseliş ve hatta kısmen Duraklama dönemlerini bu soru kapsamının dışında tutmak gerekir. Çünkü hiçbir zaman bu dönemler tam teokratik olarak kabul edilmeyebilir. Fakat son dönem Osmanlısı dine değil, din sömürüsüne, dinin yanlış yorumlamalarına dayalı anlayışı ile kesinlikle teokratiktir. Devletin böyle bir dinî karakter arz etmesi, böyle bir din anlayışının devlet işlerine karışması ıslahat ve yenilik hareketlerini baltalıyor, güçleştiriyordu. Islahatın mutlaka bu anlayışa uygun olması gerekiyordu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun bu karakteri sebebiyle, bu anlayışa sahip din adamları imparatorluğun kaderi üzerinde söz sahibi idiler. Son dönem devlet uleması, sadece taassup sebebiyle değil, daha çok menfaatleri dolayısıyla tutucu idi ve ıslahata karşı gelirken de, Osmanlı Tarihi’nde sayısız örneği bulunduğu üzere aslında tehlikeye düşen devleti değil, kendi menfaatlerini korumaya çalışıyordu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun dinî bir devlet olması, genel öğretimin din adamlarının tekelinde bulundurulmasını gerektiriyordu. Son zamanlarda döneminin en iyi eğitim kurumları olan medreselerden eser kalmamış, artık tamamen dini nitelikli öğretim programları ön plâna çıkarılmaya başlanmıştır. Medreseler adeta Orta Çağ usullerine geri dönmüş, Orta Çağ anlayışına uygun bir şekilde pozitif bilimlere ve felsefeye yer vermemeye başlamıştı. Bu eğitim sistemi, rüşvet, iltimas ve ahlâk buhranı ile birleşince toplumun genel yapısı üzerindeki olumsuz etkilerinin yansıması tahammül edilemez boyutlara ulaşmıştır.

Askerî kurumların, başta Yeniçeri Ocağı olmak üzere düştükleri disiplinsiz, kayıtsız ve itaatsiz ortam; tımar sistemi yerine kurulan iltizâm usulünün insafsız, aşırı ve basiretsiz vergilendirme tarzı; sermaye birikiminin bulunmaması; sınaî üretimin olmaması; sanayi casusluğu yapılmadığı ya da yapılmasına gerek görülmediği içindir ki; teknolojik gelişmelerin takip edilememesi; kaybedilen topraklarla birlikte yaşanan yoğun göç olgusunun yol açtığı sosyokültürel ve ekonomik sorunlar; dışardan alınan borçlar; Batı’daki gelişmeleri yakalamak amacıyla yapılan çalışmaların yetersizliği ve Batı’dan alınan unsurların olduğu gibi alınarak taklit edilmesinin getirdiği başarısızlık vs… siyasî, askerî, iktisadî, teknolojik ve sosyo-kültürel açılardan Osmanlı’yı çöküşe sürükleyen sebeplerdendir.

Osmanlı Devleti, özetlemeye çalıştığımız bütün bu olumsuzluklar sonucunda kaçınılmaz olan “çöküş”e çareler aramaya başlamış, daha önce de belirttiğimiz gibi esas sorunun “toprak kaybı” olduğunu zannettiğinden, askerî alanda ıslahatlar yapmaya çalışmış, sorunun askerî değil ekonomik, sosyal ve teknik alanda gerileme olduğunu ifade edip, düşüncelerini risâlelerle dile getiren fikir erbablarının fikirlerine itibar etmemiştir. Bu durum da kurtuluş için üretilen çözüm çareleri ve yapılan çalışmaların hep askerî boyutta kalması sonucunu doğurmuştur.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir