"Enter"a basıp içeriğe geçin

Yeni Osmanlıca Nedir, Özellikleri Nelerdir?

Yeni Osmanlıca, XIX. yüzyılın ortalarından başlayarak XX. yüzyılın başlarına kadar devam eder. Tanzimat (1839) ile II. Meşrutiyet (1908) arasında girişilen batılılaşma ve yenilik hareketlerine paralel olarak dilde de sadeleşme denemeleri başlar.

Batı ülkelerinin bilim ve teknikte ulaştıkları seviyeye varabilmek için Osmanlı Devleti her şeyden önce öğretimi geliştirmek mecburiyetindeydi. III. Selim zamanında açılan Mühendishâne, II. Mahmut zamanında açılan Tıbbiye ve Harbiye (1834) gibi bir kaç yüksek okul dar bir çevreyi eğittiğinden yeterli değildi. 1831 yılında kurulmuş olan Takvîm-i Vekâyî, resmi bildiriler ve memur tayinleriyle ilgili haberlerin yayımlandığı bir tür resmî gazete gibiydi.

1840’ta kurulan Ceride-i Havadis hükumet yardımıyla ayakta kalabilen yarı resmi bir durumda idi; bunda da memur tayinleri ve İstanbul’un günlük hayatında olup biten polis haberleri yayımlanmaktaydı. Medreselerin yanı sıra yeni ve çağdaş bilimlerin okutulacağı modern bir üniversite kurulması kararlaştırıldı. Bu üniversiteyle ilgili hazırlık programını yürütmek için Meclis-i Maârif-i Umûnıiyye kuruldu (1845). Bu meclis 1847’de Maârif-i Umûnıiyye Nezareti haline getirildi. Aynı yıl yeni okullara öğretmen yetiştirmek amacıyla Dâru’l-Muallimîn açıldı.

Kurulması kararlaştırılan modern üniversitede okutulacak kitapların anlaşılabilir bir dille hazırlanması için Encümen-i Dâniş (1850) kuruldu. Modern bilgilere sahip idareciler yetiştirmek için 1858 yılında Mekteb-i Mülkiye açıldı. Bâb-ı Alî Tercüme Odası ile Tophâne Müşirliği Kalemi gibi dil ve çeviri faaliyetlerinde bulunan resmî kuruluşların yanı sıra, sayıları gittikçe artan Fransızca bilenler de Batı ile olan münasebetleri arttırdı. Tanzimat’tan sonra İtalyan ve Fransız tiyatro trupları İstanbul’a gelerek çeşitli oyunları sahnede kendi dilleriyle oynadılar.

Osmanlı Türkçesiyle yazılmış eserlerin dilinin şekil ve muhteva bakımından alışılagelmiş klasik durumundan çıkarak değişmesinde ilk etkenler işte bu türlü alanlarda görülen yeniliklerle başlamıştır. İleride görüleceği üzere bu 1839-1860 arasındaki geçiş dönemi klasik dîvân nesrinden farklı yeni bir nesir türüne giden yolu hazırlayan bir dönem olmuştur.

Osmanlı yazı dilinin sadeleşmesi için ilk resmi girişim Reşid Paşa tarafından, maarifin halk arasında yayılmasını sağlayacak olan ilim ve fen kitaplarının, halkın anlayacağı bir dille yazılmasının gerekli olduğu üzerinde durulmasıyla başladı. Encümen-i Dâniş’ in kurulması ve ilk defa olarak gazete ve dergi çıkarılmağa başlanması aynı fikrin ürünleridir. Şinasi önce Âgâh Efendi ile birlikte Tercümân-ı Ahvâl (1860), sonra tek başına Tasvîr-i Efkâr (1862) gazetesini çıkardı. Bunu başka gazeteler takip etti. Ali Suâvî’nin çıkardığı Muhbir (1867), N. Kemal’in çıkardığı ibret (1872), Ebuzziyâ Tevfik’in çıkardığı Hadîka (1873) dilin sadeleşmesinde önemli gelişmelere yol açtı.

N. Kemal daha 1866’da Tasvîr-i Efkâr’âa yazdığı Lisân-I Osmânî’nin Edebiyatı Hakkında Bâzı Mülahazâtı Şamildir adlı makalesinde, Ali Suâvî Muhbir gazetesinin ilk sayısına (02. 01.1867) yazdığı önsözde, Ziyâ Paşa Londra’da çıkan Hürriyet gazetesinde (07. 09. 1868’de yayımlanan) Şi‘r u inşâ adlı uzun makalesinde, Ahmet Midhat Efendi Basîret ve Tercemân-ı Hakikat gazetelerinde ve Dağarcık dergisinde yayımladığı makalelerinde, dilin sadeleşmesi üzerinde aynı düşünceyi paylaşıyorlardı. Bu konuda belki de en çalışkan ve somut adımlar atan Şemseddin Sâmi oldu. Ş. Sâmi çıkarmaya başladığı Sabah gazetesinin ilk sayısında (1293/1876), herkesin anlayacağı bir dilde yazmak gereğinden bahsetmiş, daha sonra yayımladığı Lisan adlı eserinde (1303) ve Hafta dergisinde çıkan Lisân-ı Türkî-Osmânî adlı yazısında bu konuyu işlemiştir. Muallim Nâci de dilin sadeleşmesi gerektiği kanaatini taşıyor ve bu görüşünü eserlerinde kullandığı sağlam ve sade diliyle kanıtlıyordu.

Gazete ve dergilerde kullanılan dilin, yalnız aydınların değil, aynı zamanda geniş halk kitlesinin anlayayabileceği, sade bir dil olması gerekiyordu. Bu bakımdan gazete ve dergiler, Osmanlıca’daki Arapça ve Farsça kelimelerle terkiplerin azalmasına, bunların yerini yavaş yavaş herkesin anlayabileceği Türkçe kelime ve tamlamaların almasına yardımcı olmuştur. Avrupa ile münâsebetlerin artması, birçok eserin Türkçe’ye tercüme edilmesi pek çok kavram ve terime Türkçe karşılık bulunması ihtiyacını da berâberinde getirmiş, böylece Osmanlıca’da kendiliğinden bir sadeleşme hareketi başlamıştır.

Tanzimat devrinde Şinâsî, Ziyâ Paşa, Namık Kemal gibi ünlü yazarlar kendilerini dinleyen bir “efkâr-ı umûmiye”, bir “cemiyet” oluşturmağa çalışmışlar ve bunda da bir dereceye kadar başarılı olmuşlardır. Yine bu devirde Ahmed Vefık Paşa ve Süleyman Paşa gibi kimselerin öncülüğünü yaptıkları İlmî Türkçülük ve Türkçecilik gayretleri gereği kadar anlayış görmedi. Ahmed Vefik Paşa, Tanzimat yazarlarıyla pek anlaşamamışsa da, kendisini Süleyman Paşa, Ali Suavî, Şemseddin Sâmi gibi fikir ve ilim adamları takdir ve tâkip etmişlerdir.

Tanzimat devrinin ilk neslinden Şinasi’nin dili yavan ve cılız olmasına karşılık sade idi. Namık Kemal, Ziyâ Paşa ve Ali Suâvî ise daha etkili ve canlı yazıyorlardı. Namık Kemal, “yazı dilinin bir an önce konuşma diline yakınlaştırılması gerektiğine” inanıyordu. Ziya Paşa da “Dîvan edebiyatının millî olmadığını, bu sebeple halk edebiyatına yönelmeyi” teklif ediyordu.

Tanzimat devrinin sonraki nesli olan Recâizâde Ekrem, Abdülhak Hâmid, Sâmi Paşazâde Sezâî mektebinde ve Servet-i Fünun ile Fecr-i Atî mensuplarında ön plana alınan gaye, cemiyetten çok, sanat gayesi olduğu için dil sadeleşmek yerine, büsbütün ağırlaşıp sun’îleşmiştir. Bu edebî hareketlerdeki yenilik daha çok Avrupaî tarzda yenilikler olmuş, bir takım yeni kavramlar dile girmiş, fakat herkesin anlayacağı bir dil kullanmak yerine, kimsenin bilmeyeceği kelimeleri lügatlerden bulup yazmağa kadar varan bir aşırılığa düşülmüştür.

Dildeki bu sun’îlik ve aşırılık, Meşrutiyet devrinde, sağduyu sahiplerinin tepki göstermesine ve halkın şuurlanmasına sebep olmuş, herkesin anlayacağı bir dil ve milli edebiyat isteyenler çoğalmıştır. Bunlar farklı ekollere mensup, bazı konularda farklı görüşlere sahip olsalar da, savundukları ve özledikleri sade dil hususunda yeni bir akımın realist temsilcileri olarak dilin sadeleşmesinde önemli faaliyetler gerçekleştirmişlerdir. Dilde “Türkçeleşme ve sadeleşme” II. Meşrutiyet’ten önce Ahmed Vefik Paşa, Şemseddin Sâmi, Necip Türkçü ve Mehmet Emin (Yurdakul) gibi yazarların eserlerinde, yazı ve şiirlerinde zaten başlamış idi. II. Meşrûtiyet’in getirdiği serbestlik dilde de milliyetçilik hareketlerine paralel olarak bazı filizlenmelere daha uygun bir zemin sağlamış oldu.

Meşrutiyet devrinde Maarif Nezareti tarafından kurulan Istılahât-ı tInıiyye Encümeni, adından da anlaşılacağı gibi, terimler üzerinde, Tedkikât-ı Lisâniyye Heyeti de sarf ve imlâ ile lüğat alanında çalışmalar yapmaya başlamış, fakat bu yolda fazla bir ilerleme olmamıştır. Doğru okumayı sağlamak maksadıyla imlânın kolaylaştırılması gerektiğinden Türkçe kelimelerde vokallerin bâzı hecelerde mi, yoksa her hecede mi yazılması gerektiği hususunda teklif ve girişim ve denemelerde bulunulmuş, fakat karışıklığa sebep olacağı endişesiyle, bu faaliyetlerin hepsi devletçe durdurulmuştur.

II. Meşrutiyet’in ilânında (1908) Osmanlı aydınları arasında üç siyasi fikir birbiriyle mücâdele halindeydi: Osmanlıcılık, tslâmcılık, Türkçülük (veya Turancılık). Türkçe’nin sadeleşmesi ve anlaşılır hâle gelmesi için ileri sürülen görüşler ve faaliyetler de bu siyasi fikirlere göre farklı biçimlerde idi.

İlk iki fikrin taraftarları ile Türkçü ve milliyetçiler arasında ayrı görüşler hâkimdi. Sadeleşmeyi isteyenlerin çoğu Türkçü-milliyetçiler olmakla birlikte bunlar arasında da sadeleşmenin derecesi hususunda farklı düşünenler vardı. Türkçe’nin sadeleşmesiyle ilgili düşünceler ve görüşler aşağıdaki noktalar üzerinde yoğunlaşıyordu:

1. Muhafazakârlar diye nitelendirilen ve Tevfık Fikret, Cenap Şehabeddin, Hüseyin Cahit, Süleyman Nazif, Hâlit Ziyâ vb. şair ve ediblerin temsil ettiği Servet-i Fünuncuların dil düşüncesi, onların edebiyat görüşleriyle paralel idi. Onlara göre edebiyat “havas”a, yani belli bir kültür seviyesini kazanmış olan bilim adamı ve aydınlara (ülemâ ve münevverlere) mahsus idi. “Avam” denen, ancak pek azı okuma yazma bilen halk tabakasının edebiyatı ise halk destanları, halk masalları, âşık hikâyeleri ve türkülerinden ibaretti. Onlara göre aydın tabakanın beyan, bedî‘, belagat ve fesahatla dolu ince edebî sanatını halk zaten anlayamazdı. Bundan dolayı Servet-i Fünuncular, Osmanlı Türkçesi’ndeki yabancı kelime ve terkiplerin sadeleşmesine gerek görmediler. Servet-i Fünuncuları takip eden Fecr-i Âtîcilerin de pek çoğu dil konusunda yine aynı geleneği sürdürdüler.

2. Türkçeciler Türkçe’nin Arap ve Fars dillerinin etkisinden kurtularak herkesçe anlaşılır sade bir dil haline gelmesini istemekteydiler. Bunlar aynı derneğin üyesi veya aynı derginin yazarı olsalar bile, dilde sadeleşmenin dozu ve sınırı konusunda kendi aralarında iki ayrı görüş vardı.

a) Birinci görüş, Türkçe’ye yabancı dillerden geçmiş olan terkiplerin bırakılması, bunların yerine dilimizin kendi kurallarına göre ifadeler kullanılması, yabancı kelimelerin – varsa – Türkçe karşılıklarının tercih edilmesi” biçiminde özetlenebilir. Bu görüş Edebiyat-ı Cedîde devrinde, daha II. Meşrutiyetten önce Ahmet Midhat, Şemseddin Sâmi ve Necip Asım’m başlattıkları görüş idi. Siyasi bakımdan Osmanlıcı olan Rıza Tevfik, İslamcı olan Mehmet Akif ve Fecr- Aıî’çilerden olmalarına rağmen sade bir dille yazan Refik Hâlit, Yakup Kadri gibi şair edip ve yazarlar, özlenen sade, temiz Türkçe’nin en güzel örneklerini vererek dilde izlenmesi gereken en makul yolu gösterdiler.

Yeni Lisancılar diye bilinen ve Selanik’te çıkan Genç Kalemler (1911) dergisi yazarlarından olan Ömer Seyfeddin, Ali Cânip, Ziyâ Gökalp ve arkadaşları “Türkçe’deki yabancı terkiplerin atılmasını, fakat halkın diline yerleşmiş kelimelere dokunmamak gerektiğini” savundular. İstanbul’da yayımlanan Türkçü ve milliyetçi dergilerden Türk Derneği (1909), Türk Yurdu (1911), Celal Sâhir’in yönettiği Halka Doğru (1913) ve Türk Sözü (1914) dilin sadeleşmesiyle ilgili konulara yer vererek bu tür faaliyetleri desteklediler.

Sosyal hâdiseleri değerlendirmesini çok iyi bilen Ziyâ Gökalp, Türkçülük ve Türkleşme hareketlerini gerçeklere dayanan prensipler etrafında toplayarak görüşlerini “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” ve “Türkçülüğün Esasları” adlı eserlerinde açıkladı. Türkçülük ve Türkçecilik hareketini benimseyen bu akımlar arasında başlangıçta bir takım farklı görüşler olmuşsa da zamanla bunların hemen hepsi Ziya Gökalp’in fikirleri etrafında toplandılar. Böylece anlaşılması güç olan yazı dili halkın konuşma diline yaklaştırılarak;

Yeni Osmanlıca’dan Türkiye Türkçesi’nc giden yol açılmış oldu. b) İkinci görüş ise Tasfiyecilik diye bilinen görüştür. Bunlara göre “Türkçe’deki bütün yabancı terkip ve kelimeleri atmak, bunların yerine Türkçe olanları koymak, karşılığı olmayanlar için ise öteki Türk lehçelerinde olanları kullanmak, o da yoksa karşılık türetmek” gerekiyordu. Tasfiyecilerin başlıca temsilcisi Fuat Köseraif idi. Bu görüşü daha sonra Cumhuriyet döneminde N. Ataç ısrarla sürdürmüştür.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir